ABD’de Donald Trump’ın yeni başkanlık döneminde aldığı kararlar ve yaşanan gelişmeler tüm dünyada yeni tartışmalara kapı açıyor. Uluslararası ticaretten ABD vatandaşlığına, çevrenin korunmasından yüksek öğrenime birçok farklı alanda verilen tartışmalı kararlar, “Özgürlükler ülkesi olarak bilinen ABD’de rüzgâr farklı bir yerden mi esiyor?” sorusunu gündeme getiriyor.
Bu soruya yanıt arayanlardan biri de karşılaştırmalı anayasa hukuku ve uluslararası hukuk alanlarında disiplinler arası çalışmalarıyla öne çıkan akademisyen Tom Ginsburg. Geçtiğimiz Nisan ayında Chicago Üniversitesi Stigler Merkezi’nin düzenlediği 2025 Rekabet Hukuku Konferansı’nda Ekonomik Yoğunlaşma ve Fikirler Pazarı başlıklı bir konuşma yapan Ginsburg, konuşmasında ABD’nin güncel sorunlarına karşılaştırmalı anayasa hukuku bağlamında getirilebilecek çözüm önerilerini paylaştı. İfade özgürlüğünden anayasa teorisine, hukukun üstünlüğünden rekabet hukukuna birçok konunun tartışıldığı ve tamamı YouTube’da İngilizce olarak yayınlanan sunumu biz de siz okuyucularımızla paylaşmak istedik.
ABD’de neler oluyor?
- İfade özgürlüğü kavramı ile özdeşleşen ABD’de bilginin toplum yararına kullanılması anlayışı ve buradan doğan “fikirler pazarı” metaforu (marketplace of ideas) İlerlemeci Dönem’de (Progressive Era) ortaya çıkıyor. Ginsburg fikirlerin belirli düzenlemelere tabi tutulan bir ortamda serbestçe rekabet etmesi gerektiği varsayımına dayanan fikirler pazarı kavramının rekabet hukukunun piyasalara bakışını andırdığını dile getiriyor. Aynı zamanda bu kavramın zaman içerisinde ABD’de savaş karşıtı hareketler, komünist düşünce gibi hususlar da anayasal koruma kapsamına aldığına değiniyor.
- Günümüzde ise ABD’nin McCarthy döneminden bu yana yaşanan en baskıcı dönemin içinde olduğu kanaatini ileri süren Ginsburg, yaşanan bazı gelişmeleri mevcut iktidarın toplumun hassasiyetlerinin sınırlarını gözlemlemesi olarak yorumluyor. Bu kapsamda verdiği örnekler arasında ise Associated Press’in Beyaz Saray basın havuzundan çıkarılmasına yönelik başarısız girişim, yeşil kart (greencard) ve diğer vize süreçlerinde yaşanan zorluklar, bazı hukuk bürolarının hedef alınması, üniversiteler, medya organları ve hatta istatistik kurumları üzerindeki baskıyı gösteriyor. Yaşanan gelişmeleri hukukun üstünlüğü ve düşünce özgürlüğü bağlamında endişe verici bulan Ginsburg, iktidarın eylemlerinin yargıya taşınmasının mümkün olduğunu belirtse de, söz konusu eylemlerin kişiler ve toplum üzerinde yarattığı olumsuz etkilerin yargı kararlarından daha erken gözlemleneceğinin altını çiziyor.
Çözüm Nerede? Karşılaştırmalı Anayasa Tasarımı’nda!
Ginsburg, karşılaştırmalı anayasa tasarımı bağlamında otoriterleşmenin bütün dünyada uzun süredir tartışılan bir sorun olduğunu anlatırken, otokrasiyi bir tür tekele benzetiyor. Demokratik rekabet ortamlarında ise amacın, bu tekelleşmenin önüne geçmek ve çoğulculuğu korumak olduğuna işaret ediyor. Ancak, rekabet hukukuyla kurduğu benzerliğin de sınırları olduğunu belirtiyor. Örneğin, siyasette %51 oy alan tarafın sınırlı bir süre için de olsa tüm yetkiye sahip olduğuna ama piyasalarda güç artışının kademeli olarak gerçekleştiğine dikkat çekiyor ve siyasette “ya hep ya hiç” mantığının daha belirgin olduğunu belirtiyor.
Devamında ise Aristoteles’in “görevde dönüşüm” ilkesine atıf yaparak, yönetmenin ve yönetilmenin sırasıyla gerçekleşmesi gerektiğine ve bu dönüşümün sürekliliğini sağlayacak kurumlar yaratmak gerektiğine değiniyor. Demokratik gerilemenin (democratic backsliding) genellikle zamanla ve fark edilmeden ilerlediğini söyleyen Ginsburg, hiçbir tekil adımın demokrasiyi doğrudan sona erdirmeyeceğini; fakat birikimli etkilerin zamanla sistemin çökmesine yol açabileceğini belirtiyor. Nihai hedef anayasal demokrasilerde kendi kendini sürdürebilen bir dengeye ulaşmak ise kişiler ve kurumlar, sadece var oldukları için değil, meşruiyetleri nedeniyle hukuka ve mahkeme kararlarına uymalıdır sonucuna varıyor.

Peki bu hedefe ulaşmak için doğru model hangisi? Burada Ginsburg farklı teori ve modelleri ele alıyor:
- Madison’un güçler ayrılığı ilkesi: Ginsburg, farklı erklerin (yasama, yürütme, yargı) birbirini dengeleyeceği bu yapıda Madison’un siyasi partilerin etkisini öngöremediği ve bugün tüm erklerin tek bir parti tarafından kontrol edildiği durumlarda bu modelin çalışmadığı eleştirisini getiriyor. Mahkemeler belli ölçüde denetleyici işlev görmeye devam etse de, ABD Kongresi gibi yasama organları hem meşruiyet hem etkinlik açısından ciddi sorunlar yaşıyor. Ginsburg ayrıca tek bir bireyin orantısız etki ve güç sahibi olması sorununa (“Elon Musk sorunu”) dikkat çekiyor ve kimi ülkelerde milyarderlerin devleti fiilen kontrol edebildiğini Gürcistan’da bir Rus milyarderin, halkın %80’i Avrupa Birliği’ne katılımı desteklemesine rağmen, ülkeyi Rusya’ya yakınlaştıracak şekilde yönettiği örneği üzerinden aktarıyor.
- Görev süresi / dönem sınırlamaları: ABD Anayasası’nda ilk başta yer almayan dönem sınırlamaları, daha sonra iktidarın dönüşümlü olmasını sağlamak amacıyla gündeme geliyor. Burada, halkın aynı kişiyi yeniden seçme iradesi ile iktidarın kurumsallaşarak tek elde toplanmasını önleme arasında bir denge gözetiliyor. Ginsburg dönem sınırlamalarının, otokratların süresiz iktidarda kalmasını zorlaştırdığını; ancak yetersiz ve etrafından dolaşılabilen bir kural olduğunu belirtiyor.
- Militan demokrasi kuralları: Ginsburg, parti kapatma ve aday yasakları gibi yöntemleri ifade eden bu kavramı, daha ziyade güçsüz gruplara uygulandığından kolaylıkla suistimal edilebilir ve uygulayıcı kurumların meşruiyetine bağlı bir araç olarak değerlendiriyor.
- Nefret söylemi düzenlemeleri: Avrupa ve ABD arasında bu konuda önemli kültürel farklar olduğuna değinen Ginsburg ABD’deki sosyal medya platformlarının (örneğin Twitter), Almanya gibi ülkelerde yasaklı olan nefret içeriklerini yayımlayabildiğine dikkat çekerek, bu durumun diğer ülke hukuk sistemlerinin korumak istedikleri değerler üzerinde olumsuz etki yaratmış olabileceğini vurguluyor.
- Lustrasyon (siyasal arındırma): Eski rejim mensuplarının siyasi hayattan men edilmesine yönelik bu kavram bakımından Ginsburg, bu yönteme sınırlı ölçüde başvurulduğunda sonuç alınamayabileceğini, aşırıya kaçıldığında ise ciddi sonuçlar doğurabileceğini belirtiyor.
- Temel yapı doktrini: Bu doktrin, anayasal değişikliklerin şekilsel olarak yasal olsa da özü itibarıyla demokrasiyi zayıflatması hâlinde geçersiz sayılmasını öngörür. Ginsburg, söz konusu doktrinin, yalnızca şekli olarak hukuka uygunluğa değil, özde demokratik değerlere dayalı bir denetim sağlaması sebebiyle mevcut durumda ABD için de faydalı olabileceğini değerlendiriyor.
- Dördüncü güç (erk) kavramı: Bu kavram, medyaya özgü düzenleyici kurumları, kamu denetçiliği (ombudsman) gibi hesap verebilirlik odaklı bağımsız kurumsal yapılara işaret ediyor. Ginsburg’a göre, diğer denetim mekanizmaları başarısız olduğunda dahi bu tür kurumların etkili olabilmesi mümkün.
Yasal Düzenlemeler Çözümün Neresinde?
Ginsburg, demokrasinin otoriterleşme eşiğinden döndüğü durumlarda bu geri dönüşü sağlayan kurumların çoğunlukla yasama organları değil, profesyonel normlara bağlı teknokratik kurumlar (bürokrasi) olduğuna dikkat çekiyor. 2015 yılında Sri Lanka’da demokrasiyi koruyan aktörlerin parlamento değil, seçim kurulu ve yargı kurumları olduğuna, benzer şekilde, 2020 yılında ABD’de sistemi ayakta tutan kurumun Kongre değil, yerel oy sayım görevlileri ve Kongre binasını koruyan polis güçleri olduğuna dikkat çekiyor. Her ne kadar kamuoyunda çoğu zaman hoş karşılanmasa da bürokrasinin hem piyasa ekonomisinin hem de demokrasinin sürdürülebilirliği açısından vazgeçilmez olduğunu ifade ediyor.

Aynı zamanda ABD Anayasası’nın mevcut ihtiyaçlara yanıt vermekte yetersiz kaldığını ileri süren Ginsburg, tespit ettiği eksiklikleri şöyle aktarıyor:
- Yürürlükteki olağanüstü hâl düzenlemeleri yeterli denge mekanizmasına sahip değil ve modern bir anayasa, doğal afetler ve salgın hastalıklar gibi durumlarda da Başkanın (Kongre onayına tabi olarak) sınırlı süreyle olağanüstü hâl ilan etmesine imkân tanımalıdır.
- Bazı eyaletlerde seçim kurallarının partizan yasama organları tarafından belirlenmesi, yapısal bir çıkar çatışmasına yol açmaktadır. Ginsburg bu noktada, uzun yıllardır belirli bir partinin lehine işleyen, kurumsallaşmış bir meclis yapısı olan Wisconsin eyaletini bu sorunun en belirgin örneklerinden biri olarak nitelendiriyor.
- ABD’de muhalefet güvencesi bulunmamaktadır. “Filibuster” (mecliste konuşarak oylamayı engelleme) gibi uygulamalar yalnızca teamüle dayalıdır; yapısal bir koruma mekanizması değildir ve kolaylıkla kaldırılabilir.
- Azil (impeachment) mekanizması, başkanlar söz konusu olduğunda, işlevsiz kalmaktadır.
- Trump dönemine ait dokunulmazlık kararları, eski başkanların neredeyse hiçbir hukuki sorumluluğa tabi olmamasına neden olmuş, fiilen dokunulmazlık yaratmıştır.
- Kimi hukuk kuramları, gelecekte işlenebilecek suçlar için önceden af mekanizması işletilmesini bile mümkün kılmaktadır. Bu, hesap verebilirliği tümüyle ortadan kaldırmaktadır.
Sonuç olarak, Ginsburg’a göre üniversiteler ve yargı gibi kurumlarda profesyonel normların yeniden güçlendirilmesi elzem. Bu kurumların siyasi bir duruşunun olmaması ve meşruiyetini koruması gerektiğine değiniyor. Daha güçlü bir kamu hizmeti yapısına, denetim aktörlerinin yasal güvencelere kavuşturulmasına ve hesap verebilirliğe odaklanan kurumların anayasal güvence altına alınması çağrısında bulunuyor ve özellikle teknokratik kurumlara duyulan güvenin, demokrasinin sürdürülebilirliği açısından belirleyici bir rol oynadığının altını çiziyor. Zamanla azaldığını not etmekle birlikte, Ginsburg, ABD’de kamuoyunun yargıya diğer erklerden daha yüksek oranda güvendiğini belirterek çözümün bir diğer aktörü olarak ABD yargısına da selam gönderiyor.