(Dilerseniz bu yazıyı aşağıda podcast formatında dinleyebilirsiniz.)
AB’de Rekabet Hukukunda Avukat-Müvekkil Gizliliği Tartışması Yine Gündemde
Son dönemde, rekabet hukuku soruşturmaları kapsamında şirket içi hukuk müşavirlerinin (in-house counsel) yazışmalarına ilişkin “avukat-müvekkil gizliliği” (legal professional privilege, LPP) kapsamında koruma talebi yeniden gündeme geldi. AB 1/2003 sayılı Tüzüğü’nün yeniden incelenmesinde kamuoyu görüşüne başvurulunca, bazı paydaşlar bunu avukat-müvekkil gizliliği kapsamının şirket içi hukuk müşavirlerine de uzanması gerektiğini ileri sürmüştü. 10 Kasım 2025’te Avrupa Komisyonu, bu konuda yayımladığı politika notuyla (Competition Policy Brief[1]) bazı üye devletlerin beklentilerinin aksine, avukat-müvekkil gizliliğinin yalnızca bağımsız, üye devlet barosuna kayıtlı şirket dışı avukatları kapsadığına ilişkin görüşünü paylaştı. Böylece Komisyon, rekabet soruşturmalarında avukat müvekkil gizliliği kapsamının şirketlerin hukuk müşavirlerini de kapsayacak şekilde genişletilip genişletilmeyeceğine dair tartışmaya bir yanıt vermiş oldu.
Avukat-müvekkil gizliliği imtiyazı, rekabet soruşturmalarında elde edilen bulgulara ilişkin şirketler için çok kritik bir savunma aracı niteliğinde. Eğer bu koruma şirket hukuk müşavirlerine tanınsaydı, özellikle şirketlerin kendi uyum kontrolleri, risk analizleri veya yerinde inceleme hazırlıkları gibi hassas konularda, şirket içi hukuk departmanlarının görüş ve değerlendirmelerine dair yazışmalar, yerinde incelemelerde rekabet otoritesi tarafından alınamayacaktı. Ancak Komisyon’un yayımladığı bu son politika görüşü, yıllardır tartışılan avukat-müvekkil gizliliğinin şirket avukatlarını da kapsayacağı yönündeki beklentiyi şimdilik boşa çıkardı.
Özellikle son günlerde rekabet dünyası gündeminin sıcak başlıklarında yer alan bu politika notu doğrultusunda biz de bu yazımızda, Komisyon’un bu kararının arka planını, getirdiği gerekçeleri, AB içtihat ve uygulamasını, pratik etkilerini ve son olarak Türkiye bağlamında mevcut uygulamayı ve olası çıkarımları analiz edeceğiz.
AB’de Avukat-Müvekkil Gizliliğinin Kapsamı
AB’de avukat müvekkil gizliliğinin geçmişi, bir avukat ile müvekkili arasındaki iletişimin ve özellikle bu iletişim kapsamındaki yazışmaların korunması ilkesine dayanıyor. Rekabet hukuku kapsamında yapılan incelemelerde bu imtiyaz, şirketler ile bağımsız dış hukuk danışmanları olan ve profesyonel etik ve meslek kurallarına tabi avukatlar ile yapılan yazışmalara tanınıyor. AB’de ilk olarak bu çizgi, davalar arasından çıkan örnek kararlarla belirlenmişti.
Akzo Nobel Chemicals v Commission[2] kararı ve öncesindeki AM & S Europe v Commission[3] kararıyla avukat-müvekkil gizliliğinin sınırı netleşmişti: Bu kararlarda, şirket hukuk müşavirleri, şirketle olan istihdam ilişkisi nedeniyle bağımsız avukat-müvekkil kriterini sağlayamayacağı gerekçesiyle imtiyazdan yararlanamadığına karar verilmişti. Bu nedenle, AB düzeyinde avukat-müvekkil gizliliği imtiyazının kapsamı dar tutuluyor.
Kasım 2025 Tarihli Policy Brief Neden Yayımlandı ve Bize Ne Söylüyor?
2025’te, 1/2003 sayılı Tüzüğün gözden geçirilmesi bağlamında bazı paydaşlar, şirket içi avukatların da avukat-müvekkil gizliliği kapsamında olması gerektiği çağrısında bulunuyordu ve bu imtiyazın şirket hukuk müşavirlerine de uzatılması gerektiğini savunanların iki temel argümanı bulunuyordu.
- Bazı paydaşlar ulusal düzeyde yaşanan gelişmelerin üye devletlerde bu yönde bir eğilim oluştuğu iddiasına dayanıyordu. Giderek artan sayıda AB üye devletinin, şirket hukuk müşavirlerinin dahil olduğu yazışmalara da avukat-müvekkil gizliliği koruması tanıdığını; dolayısıyla AB düzeyinde de benzer bir yaklaşımla avukat-müvekkil gizliliği kapsamının genişletilmesi gerektiği savunuluyordu.
- 1/2003 sayılı Tüzük sonrasında şirketlere yüklenen “self-assessment” yani kendi kendine rekabet hukuku uyum değerlendirmesi yapma yükümlülüğünün, iç yazışmaların zorla ifşa edilmesinden korunmasını her zamankinden daha önemli hâle getirdiği yönündeydi. Bu bakış açısına göre, şirket avukatlarının görüş ve değerlendirmelerine avukat-müvekkil gizliliği koruması tanınması, teşebbüslerin TFEU 101 ve 102. maddelere daha etkili şekilde uyum göstermesine yardımcı olacak; yani gizlilik koruması genişledikçe uyum kültürü de güçlenecekti.
Ancak Komisyon’un politika notu bu talebi ilgili argümanlara verdiği cevap ve aşağıdaki gerekçelerle reddetti.

AB Üye Devletlerinde Durum Ne?
Üye devletlerde avukat-müvekkil gizliliği kapsamının şirket avukatlarına da uzandığı argümanına yönelik olarak Komisyon’un ulusal rekabet otoriteleriyle yaptığı değerlendirme, bu iddianın somut verilere dayanmadığını belirtti.
Komisyon’un tespitine göre, yalnızca beş üye devlet (Belçika, İrlanda, Macaristan, Hollanda ve Portekiz) bazı şartlara bağlı olarak rekabet hukuku incelemelerinde şirket avukatlarının yazışmalarına sınırlı bir avukat-müvekkil gizliliği koruması tanıyor.
Diğer ülkelerde ise durum net deniyor: Ulusal hukuk ya in-house avukat-müvekkil gizliliğini açıkça reddediyor ya da uygulama, doğrudan Akzo içtihadına atıfla, şirket içi müşavir yazışmalarının koruma kapsamında olmadığını kabul ediyor. Hatta Letonya ve Finlandiya gibi bazı ülkelerde bu konuda açık hükümler mevcutken, Polonya’nın 2023 yılında in-house avukat-müvekkil gizliliği korumasını rekabet soruşturmalarında açıkça yasaklayan düzenlemeler dahi getirdiğini belirtiliyor.
Şirket Hukuk Müşaviri’nin “Bağımsız” Olmadığı Değerlendirmesi
AB’nin şirket içi hukuk müşavirlerine avukat-müvekkil gizliliği koruması tanımamasının temelinde aslında basit bir ilke yatıyor: Bağımsızlık. Komisyon, aslında üye devletlerdeki farklı uygulamalara bakmanın bu konuda belirleyici olamayacağını özellikle vurguluyor. Nitekim AB rekabet hukuku bakımından bu korumanın kapsamı, ulusal uygulamalardan değil, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (“ABAD”) yıllar içinde şekillendirdiği bağımsızlık anlayışından doğuyor. Bu hattın başlangıç noktası da 1982 tarihli AM&S kararı. ABAD bu kararda, rekabet incelemelerinde avukat-müvekkil gizliliğini kabul etti ama bunu yalnızca “bağımsız” avukatlara tanıdı.
2010 tarihli Akzo kararında ise ABAD, “bağımsızlık” şartını bir kez daha masaya yatırdı ve kararda açıkça şunu söyledi: “Bir avukatın bağımsızlığı sadece Baro’ya kayıtlı bir avukat olarak etik kurallara bağlılık gibi “pozitif” unsurlarla tanımlanmaz; aynı zamanda “negatif” bir unsur, yani avukatla müvekkili arasında hiçbir istihdam ilişkisinin bulunmaması gerekir. Bu yüzden, bir şirketin bordrosunda çalışan bir hukuk müşaviri baroya kayıtlı olsa, tüm mesleki kurallara tabi olsa bile dış bir hukuk bürosunda çalışan avukatla aynı düzeyde bağımsız kabul edilemez. Bunun sebebi olarak da iç hukuk müşavirinin, kaçınılmaz olarak işvereninin hedefleri, beklentileri ve kurumsal hiyerarşisiyle çevrili olduğunu; bunun da gerektiğinde profesyonel etik ile şirket menfaatleri arasında doğabilecek çatışmaları bağımsız bir avukat kadar net biçimde yönetmesini zorlaştıracağını belirtti.

ABAD ve Komisyon’a göre “Self-Assessment” (Öz Değerlendirme) Rejimi, “Tam Bağımsızlık” İlkesini Değiştirmiyor
Bazıları, 1/2003 sayılı Tüzük ile gelen self-assessment, yani kendi kendine uyum değerlendirmesi yükümlülüğünün, şirket hukuk müşaviri yazışmalarının gizli tutulmasını daha önemli kıldığı ve dolayısıyla in-house avukat-müvekkil yazışması imtiyazının şirketlerin uyum kültürünü güçlendireceği görüşündeydi. Ancak Komisyon, Akzo kararının zaten bu düzenlemeden sonra verildiğini ve ABAD’ın, tam tersine, self-assessment’ın şirket avukatları için avukat-müvekkil gizliliğini genişletmeyi gerektirmediğini ifade etti. Hatta şirket müşavirin şirkete olan yakınlığının uyum açısından “çift taraflı bir kılıç” olduğunu söyledi: ABAD’a göre şirket hukuk müşaviri şirketi çok iyi tanır, ancak tam da bu nedenle, riskli planlara karşı direnmekte zorlanabilir. Gerekli teknik bilgi ise her zaman bağımsız dış avukata aktarılabilir. Bu nedenle bağımsızlık ilkesini gevşetmeye gerek olmadığı ifade edildi. Ayrıca, şirket hukuk müşavirlerine bu imtiyazın tanındığı ülkelerde şirketlerin daha uyumlu olduklarını gösteren ampirik veri de bulunmadığı Komisyon tarafından Brief’te paylaşıldı.
Komisyon, bu tartışmada avukat-müvekkil gizliliğinin şirket avukat yazışmalarını da kapsayacak şekilde genişletilmesinin rekabet soruşturma süreçlerinde ciddi olumsuz etkilere yol açacağına dikkat çekiyor. Komisyon’a göre şirket avukatları, çoğu zaman şirketlerde yalnızca hukuki danışmanlık değil, ticari ve operasyonel süreçlerin de tarafı oluyor. Dolayısıyla hangi iç yazışmanın “hukuki tavsiye”, hangisinin ticari değerlendirme olduğunun ayırt edilmesi hem zor hem de kötüye kullanıma açık bir alan yaratıyor.
Komisyon nezdinde yürütülen bazı soruşturmalarda şirket avukatlarının yazışmalarında rekabet hukuku ihlallerine yönelik önemli deliller bulunmuş olması da gizlilik kapsamının genişletilmesinin potansiyel olarak ihlallerin ortaya çıkarılmasını engelleyeceğini gösteren bir işaret olarak belirtiliyor[4]. Tüm bunların yanında, şirket avukatlarına söz konusu imtiyaz tanınmış olsaydı, otoritelerin her bir belgeyi tek tek ayıklaması gerekeceğinden, soruşturmaların daha uzun, daha masraflı ve daha verimsiz hâle geleceği; bunun da hem rekabet hukuku uygulamasına hem de ihlallerden zarar gören tüketici ve işletmelere olumsuz yansıyacağı ifade ediliyor.
Pratik Etkiler: Şirketler, Hukuk Departmanları ve Rekabet Uyum Programları
Komisyon’un son politika notuyla şirket avukat yazışmalarının avukat-müvekkil gizliliği kapsamında olmadığı yönündeki yaklaşımını yinelemesi, yalnızca AB’deki uygulamayı değil, Türkiye de dahil olmak üzere birden fazla ülkede faaliyet gösteren şirketlerin uyum mimarilerini doğrudan etkileyen sonuçlar doğuruyor. Bu yaklaşım, şirketlerin iç yazışma dinamiklerini, risk yönetim pratiklerini ve hukuk departmanlarının organizasyon yapısını yeniden şekillendiren bir çerçeve sunuyor.
AB bakımından ortaya çıkan bu tablo, Türkiye’de yürütülen rekabet hukuku uygulamalarıyla birlikte ele alındığında daha da kritik bir boyut kazanıyor. Zira Türkiye’de son dönemde yerinde incelemelerde şirket avukatları (in-house hukuk müşavirleri) otoritelerin ilk temas noktalarından biri hâline gelebiliyor. Kurul uzmanlarının dijital incelemelerde kullandığı arama yöntemlerinin, anahtar kelime olarak doğrudan şirket avukatının adı, soyadı veya e-posta adresini hedef alması oldukça yaygınlaşıyor. Bu tercih, pratikte önemli bir gerçeğe dayanıyor: Bir rekabet hukuku riskinin veya ihlal şüphesinin şirket içinde ilk taşındığı kişi çoğu zaman şirket avukatı oluyor. Bu nedenle, şirket avukatın telefonlarında yapılan bir arama, Rekabet Kurumu uzmanları için çoğu zaman “tek kanaldan tüm evrene erişim” işlevi görebiliyor.
Bu durum, AB’deki in-house yazışmaların gizlilik kapsamı dışında tutulmasıyla birleştiğinde, hem AB hem de Türkiye bakımından şirket avukatlarının konumunu yapısal olarak daha hassas hâle getiriyor. Şirket avukatlarının sırf görev tanımları gereği riskli konulara temas ediyor olması, onlara ait yazışmalarınyerinde incelemelerde yüksek öncelikli hedef hâline gelmesine yol açabiliyor. Böyle bir ortamda, bazı şirketler doğal olarak yazışmalar yoluyla yürütülen hukuki risk değerlendirmelerini sınırlama eğilimi gösterirken, bazıları da stratejik olarak kritik değerlendirmeleri dış avukata yönlendiren daha kurumsal bir iletişim mimarisine geçiyor.
Bu bağlamda, çok uluslu şirketlerin giderek daha fazla iki katmanlı bir uyum mimarisi benimsediğini görüyoruz: Günlük işleyiş ve temel hukuki değerlendirmeler şirket ekipleri tarafından yürütülürken; rekabet hukuku açısından hassas olabilecek tüm değerlendirmeler, eğitimler, strateji tartışmaları ve risk analizleri sistematik olarak bağımsız dış avukatlar üzerinden yürütülüyor. Bu yöntem sadece avukat-müvekkil gizliliğini korumayı değil; aynı zamanda şirketin objektif, bağımsız ve gerektiğinde savunma hakkını doğrudan destekleyen bir hukuki perspektife sahip olmasını amaçlıyor.
Öte yandan, şirketlerin son dönemde benimsediği pratik bir ara çözüm de giderek daha fazla öne çıkıyor: Şirket avukatlarının, teknik olarak şirket bordrosunda değil, bağımsız bir hukuk bürosunda istihdam edilip full-time secondment modeliyle şirkette çalıştırılması. Bu model, Komisyon’un aradığı bağımsızlık kriteri ile şirketin günlük operasyonel ihtiyaçlarını bir araya getiren hibrit bir yapı sunuyor. Avukat fiilen şirkette çalışıyor olsa da istihdam ilişkisi şirket ile değil, bağımsız bir hukuk bürosu ile kurulduğu için hem profesyonel bağımsızlık hem de hukuki koruma bakımından daha güçlü bir pozisyon oluşturabiliyor.
Sonuç olarak, Komisyon’un yaklaşımı yalnızca AB’deki hukuki çerçeveyi belirlemekle kalmıyor; aynı zamanda şirketlerin dünya genelinde kendi iç uyum düzenlerini yeniden kurgularken dikkate almak zorunda oldukları temel stratejik parametrelerden biri hâline geliyor. Şirket avukatlarının konumu, yazışma pratikleri, belge yönetimi politikaları ve dış danışmanlarla kurulan işbirliği modelleri, bu yeni dönemde çok daha dikkatli ve bilinçli şekilde tasarlanmaya devam edecek gibi görünüyor.
Türkiye Açısından Değerlendirme ve Çıkarımlar
Avrupa Komisyonu’nun şirket avukatı yazışmalarını avukat–müvekkil gizliliği kapsamında değerlendirmeyen yaklaşımı, Türkiye bakımından hem paralellikler hem de belirgin farklılıklar taşıyor. Türk rekabet hukuku uygulamasında da şirket içi hukuk müşavirlerinin yazışmaları gizlilik korumasına dâhil edilmemekte; ancak Türkiye’de avukat–müvekkil gizliliğinin kapsamı yalnızca kiminle yazışıldığına göre değil, yazışmanın niteliği ve amacı bakımından da sınırlandırılıyor.
Öncelikle, 4054 sayılı Kanun’da avukat–müvekkil ilişkisine ilişkin açık bir düzenleme bulunmuyor; korumanın çerçevesi ikincil mevzuat ve Rekabet Kurulu içtihadı ile şekillenmiş durumda. Bu çerçevenin en kritik düzenleyici kaynağı ise Dijital Verilerin İncelenmesine İlişkin Kılavuz idi. Artık değil diyoruz, zira resmi olarak Kılavuzun kaldırıldığına dair bir karar olmamakla birlikte artık Rekabet Kurumu’nun sitesinde bulunmuyor.Yine de içeriğine değinecek olursak, Kılavuz, dijital incelemelerde avukat–müvekkil gizliliğine başvurulabilmesi için birlikte sağlanması gereken iki koşulu açık şekilde belirtiyordu:
- Belgenin, teşebbüs ile aralarında istihdam ilişkisi bulunmayan bağımsız bir avukat arasında olması,
- Belgenin teşebbüsün savunma hakkının kullanılmasıyla doğrudan ilgili olması.
Bu iki koşulun eş zamanlı olarak sağlanmadığı durumlarda belge gizlilik korumasından yararlanamıyor. Kılavuz, bu çerçevenin sınırlarını daha da belirginleştirerek, teşebbüsün devam eden veya gelecekte işlenecek bir ihlali gizlemesine hizmet eden yazışmaların korumadan yararlanamayacağını özellikle vurguluyordu. Bu değerlendirme, Türkiye’de gizlilik korumasının yalnızca “bağımsız avukat” unsuruna değil, aynı zamanda belgenin amaç ve içerik bakımından savunma işlevi taşıyıp taşımadığına odaklandığını gösteriyor.
Kurul’un içtihadı, daha önce Kılavuz’un çizdiği bu çerçeveyle tutarlı şekilde gelişmiş durumda. Enerjisa[5] kararında, dış avukat tarafından hazırlanan bir uyum raporunun savunma hakkıyla doğrudan ilgili olmadığı gerekçesiyle gizlilik kapsamı dışında bırakılması, bu yaklaşımın en belirgin örneklerinden biri. Raporda değerlendirmelerin şirketin ticari süreçleriyle iç içe geçmesi ve potansiyel ihlalin ortaya çıkarılmasını güçleştirici nitelikte olabileceğine ilişkin değerlendirme, Kurul’un belgeye konu işlevi, korumadan daha önemli gördüğünü ortaya koydu.
Tatko[6] kararında ise Kurul, soruşturma öncesi döneme ait bağımsız avukat ile arasındaki yazışma ve belgelerin savunma hakkıyla ilişkilendirilemeyeceği gerekçesiyle gizlilik koruması tanınamayacağını belirtti. Böylece Türkiye’de avukat–müvekkil gizliliğinin yalnızca soruşturma başladıktan sonra ve savunmaya yönelik hazırlanan belgeler bakımından geçerli olduğu yönündeki uygulama pekişmiş oldu.
Bu yaklaşım, AB’de dış avukat ile yapılan self-assessment veya genel risk değerlendirme yazışmalarının belirli koşullarda gizlilikten yararlanabildiği çerçeveyle kıyaslandığında daha sınırlayıcı bir tablo ortaya koyuyor. Türkiye’de koruma hem kişi bakımından (yalnızca bağımsız avukat) hem konu bakımından (savunma odaklılık) hem de zaman bakımından (soruşturma öncesi dönem hariç) dar bir alana sıkıştırılıyor.
Bu resim özellikle çok uluslu şirketler açısından önemli pratik çıkarımlar yaratıyor. Bir belgenin hazırlanma amacı, yazışmanın içeriği ve zamansal konumu gizlilik korumasının uygulanabilirliğinde belirleyici olduğundan, Türkiye’de yürütülen rekabet hukuku uyum çalışmalarında belge yönetimi, yazışma disiplini ve dış avukatla çalışma modelleri daha kritik hâle geliyor. Kurul’un hem Kılavuz’da hem de içtihatlarında vurguladığı “savunma hakkına hizmet eden iletişim” şartı, şirketleri riskli konularda mümkün olan en erken aşamada bağımsız avukat desteğine başvurmaya yöneltiyor.
Türk uygulamasının bu yönleri dikkate alındığında, şirketlerin rekabet hukuku süreçlerinde tek tip bir avukat–müvekkil gizliliği stratejisi oluşturmasının güçleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
[1] https://competition-policy.ec.europa.eu/document/download/890dcc49-5fd7-4e48-a9f4-698ac9bdfe08_en?filename=kd0125016enn_competition_policy%20brief_on_LPP_2025-1.pdf
[2] 14.09.2010 tarihli Akzo Nobel Chemicals and Akcros Chemicals v Commission kararı, C-550/07 P, EU:C:2010:512.
[3] 18.05.1982 tarihli AM & S Europe v Commission kararı, 155/79, EU:C:1982:157
[4] 31 Ekim 2024 tarihli, Case AT.40588, Teva Copaxone; İspanya Rekabet Otoritesi 21 Ekim 2022 tarihli Case S/0026/19 Merck Sharp Dohme.
[5] Rekabet Kurulu’nun 06.12.2016 tarihli, 16-42/686-314 sayılı kararı.
[6] Rekabet Kurulu’nun 14.11.2024 tarihli, 24-54/1209-516 sayılı kararı.